Geleceğimizi çaldılar...
28 Kasım 2013
tarihinde yayınladığımız, “Hırsızların
esas çalmak istediği vatan ve cumhuriyet” ile,
30 Ocak 2014
tarihinde yayınladığımız “Sorunun
temeli”
Başlıklı yazılarımızda, Balyoz
Davası tutuklularından Kurmay Albay
Utku Arslan’ın mektuplarını ve eşi Işılay
hanımla gerçekleştirdiğimiz söyleşiyi
yayınlamıştık.
Bugün ise, yine Balyoz
Davası tutuklarından, 16 yıla
mahkum olan Amiral Turgay Erdağ’dan
ve eşi Müge hanım’ın
anlattıklarından bahsedeceğim.
Ergenekon
veya Balyoz davalarında tutuklanan asker
eşlerinin gerçekleştirdiği çalışmaları yakından biliyorsunuz. Onların, “Vardiya Bizde” ve “Sessiz Çığlık” eylemleri, toplumun dikkatini çeken eylemler…
Bu eylemlerin en büyük özelliği ise,
tutuklu eşlerin birbirlerine sahip
çıkması ve ortak hareket etmesi…
İşte bu dayanışma örneklerinden birini daha gördüm ve yaşadım…
Beni; adı basında pek yer almayan, bir başka değişle belki de pek popüler(!) olmayan Amiral Turgay Erdağ’ın
eşi Müge hanım ile, aynı davanın
tutuklularından Kurmay Albay Utku Arslan’ın eşi Işılay hanım, tam da Berkin Elvan’ın aramızdan ayrıldığı günün öğle saatlerinde bir araya
getirdi.
Müge ERDAĞ ve Işılay İpek ARSLAN ile birlikte... (11 Mart 2014) |
Turgay Silivri’de,
Utku ise Mamak’ta yatıyor. Görev
nedeniyle de olsa, hiçbir ortamda bir
araya gelmemişler, birbirlerini de hiç tanımıyorlar
ama, her ikisi de balyoz davası
tutuklusu…
Eşleri, eylemler sırasında
tanışmışlar. Yani, onların da eşleri gibi önceden
bir tanışma durumu söz konusu
değil ama, ortak noktaları, bu vatan için çalışmış olan Mustafa Kemal’in askerlerinin
eşleri olmaları…
Turgay da Utku gibi, İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından “Türkiye Cumhuriyeti İcra Vekili
Heyeti'ni cebren ıskat veya vazife görmekten cebren men etmeye teşebbüs” iddiasıyla yargılandı ve mahkumiyet cezaları Yargıtay tarafından onaylandı.
Tıpkı,
diğer 163 kişi gibi…
2010 yılında, İskenderun
Deniz Üs Komutanıyken tutuklanan Turgay, 17 gün sonra serbest bırakıldı. Yeniden görevinin başına dönen
ancak aynı yılın temmuz ayında iddianamenin kabul edilmesiyle birlikte 102 kişilik
yakalama listesinde yer aldı. Yakalama kararının kaldırılmasıyla
Ağustos ayında Ankara Sahil Güvenlik Komutanlığı Kurmay Başkanı olan Turgay, 11
Şubat 2011 günü tutuklanır ve Hasdal Cezaevi’ne konulur. Bir yandan mahkemeler
devam ederken Turgay, 2011 yılının kasım ayında Hadımköy’e nakledilir ve 2012
yılında da emekliye sevk edilir. Turgay halen, Silivri 5 no’lu cezaevi C-4 koğuşunda, aynı davadan tutuklanan Hayri Güner, Mustafa Karasabun, Taner
Balkış ve Lütfü Sancar ile aynı
kaderi paylaşıyor, yaşıyor...
Turgay’ın Ege adında bir oğlu var. Ege’nin dünyaya
geldiği tarih ise, 17 Ağustos 1999 depreminden
hemen sonra. Ve ne tesadüftür ki Turgay, oğlunun doğum günü olan 18 Ağustos 2011 tarihinde de ilk savunmasını yapıyor…
İşte Turgay’ın;
duvarlarında “Adalet mülkün temelidir”
sözünün yazılı olduğu mahkeme salonunda, devletin
temelinin adalet olduğunu kavrayamayan hakimlere, savcılara karşı yaptığı savunmasının
tam metni:
* * *
“…Yargılandığımız davaya esas olan iddianame, sahte CD’ler ve içeriği esas alınarak düzenlenmiştir.
Soruşturma aşamasında savcılar lehte deliller elde etmelerine
rağmen bunları saklamışlar ve tam tersi anlamlar içerecek şekilde aleyhimize
tespitler olarak iddianameye ithal etmişlerdir.
İddianame taraflıdır, somut hiçbir
delil içermemektedir, kendi içinde
tutarsızdır, hukuk ilkelerine aykırı mütalaalara ve Aristo mantığına dayandırılmıştır.
“Askerler darbe yapar, bunlar da
asker, öyleyse bunlar da darbe planlamış olabilirler” mantığı yanlıştır, bir
ceza davasının şahsi olması ilkesine de aykırıdır.
Bu nedenlerle; İddianameyi, İddianamede belirtilen bütün suçlamaları, Polis tespit tutanaklarında belirtilen bütün
değerlendirmeleri reddediyorum.
İddia makamının hiçbir yasal ve somut kanıtı yoktur.
Soruşturma aşamasında /
savcılıkta verdiğim ifadeyi kabul ediyorum.
Ben ismimin o dijital dokümanlara nasıl, kim ya da kimler tarafından
yazıldığını bilmiyorum.
İddianamede iddia edildiği gibi MÜZAHİR PERSONEL HAZIRLANMASI İLE İLGİLİ
KİMSEDEN BİR GÖREV ALMADIM, BÖYLE BİR GÖREV ALDIĞIMA VE BU GÖREVİ KABUL
ETTİĞİME İLİŞKİN BİR DAVRANIŞIM YA DA İFADEM YOKTUR.
İddianamede belirtilen 115
kişilik LİSTEYİ BEN HAZIRLAMADIM.
Bu liste BENİMLE İLGİLİ BİR BİLGİSAYARDA HAZIRLANMAMIŞTIR, İDDİANAMEDE BU YÖNDE
BİR TESPİT DE YOKTUR.
Listenin altında imza bölümünde
ismim yazılı olmasına karşın İMZAM
YOKTUR.
İddianamede de belirtildiği gibi DOKÜMANLARIN DİJİTAL YOLLARI ARASINDA
BENİM ADIM YOKTUR.
İddia makamının bu konular ile ilgili BİR TEK hukuki delili de yoktur.
Gölcük’te ve Eskişehir’de
bulunduğu belirtilen dijital veriler kapsamında benimle ilgili ilave bir veri yoktur.
Polis tespit tutanakları ve
soruşturma savcıları tarafından tamamen sahte ve dijital kurgu üzerine inşa
edilmiş bu iddianamede belirtilen hususlar iddia
makamı tarafından ispat
edilmelidir,
Organize bir suç örgütü ürünü
olan ve sadece sahte dijital verilere
dayanan bu suçlamalar nedeniyle / şu anda bu konuşmayı yapmak zorunda
kaldığım için üzüntü duyuyorum.
Bu davanın adını duyduğum Şubat
2010 tarihinden bu güne kadar birçok şey gördüm, birçok şey göremedim, birçok
şeyi de görmeyi çok istedim. İzninizle bunları sizlerle de paylaşmak istiyorum.
Daha başlangıçta yani 25 Şubat
2010 tarihinde sorgu için Beşiktaş Adliyesine gelip soruşturma savcısının
karşısına oturduğumda;
Bir plan olduğu iddia edilen
kâğıtlar GÖRDÜM, ortada bir plan GÖREMEDİM.
İsmimim geçtiği söylenen bir
kâğıt daha GÖRDÜM, bunun ciddiye
alınacak bir yanını GÖREMEDİM.
Savcının benim hazırladığımı
söylediği bir liste GÖRDÜM. Savcıya
“Bunu benim hazırladığımı nereden anladınız?” diye sordum, “Altında adınız
yazılı.” dedi. “İmzam var mı? GÖREMEDİM”
dedim. “Ne imzası, yazılı bir kâğıt bile bulamadık her şey dijital.” dedi. Ben
ortada belge falan GÖREMEDİM.
Savcının odasında bana herhangi bir bilgi verilmedi dışarıda beklemeye
başladım, bazı televizyon kanallarının alt yazılarında “Tutuklanma istemiyle
mahkemeye sevk edildiğimi” GÖRDÜM.
Sabaha karşı çıkarıldığım
mahkemede yargıç kararı yüzüme karşı söylemedi, mahkeme salonu dışında
beklerken bazı televizyonların alt yazılarından kararı GÖRDÜM. Tutuklanmışım. Mahkemenin verdiği kararı sonradan bir kâğıt
üzerinde GÖRDÜM. O ana kadar kimler
hakkında dava açılacağına, kimlerin tutuklanacağına ilişkin kararların bazı
televizyon kanalları tarafından verildiğini düşünüyordum.
Beşiktaş Adliyesinde o gün hukuku
aradım GÖREMEDİM./ Mış gibi yaşamaya
mecbur bırakılan güzel ülkemde hukuk varmış gibi tutuklandım, oysa hukuk askıya
alınmıştı, çevreme bakındım ortada askeri
bir darbe falan da GÖREMEDİM.
Temmuz 2010’da iddianamenin
kabulü ile birlikte 102 kişi hakkında yakalama kararı çıktı. Yalnızca ben değil
neredeyse bütün ülke bu kararda sadece hukuka değil, kanuna da uygunluk aradı, GÖREMEDİ.
11 Şubat 2011 gecesi eşi benzeri
zor bulunan hukuksuzluk örneği bir toplu tutuklama kararı ile tekrar
tutuklandık. Bu kararda da hukuku aradım GÖREMEDİM,
insan hakları aradım GÖREMEDİM.
Ben ne soruşturma ne de
kovuşturma aşamasında hukuku henüz GÖREMEDİM.
GÖRDÜĞÜM şeyler de var elbette.
Soruşturma savcılarının sadece bizleri suçlayacak bilgilere itibar
ettiklerini, lehte delilleri görmezlikten geldiklerini, lehte delil
içeriklerini aleyhte anlam ifade edecek şekilde iddianameye yazdıklarını GÖRDÜM.
Ekleri ile birlikte binlerce
sayfalık iddianamenin çok kısa bir
sürede yargıçlar tarafından okunup kabul edildiğini GÖRDÜM.
Mahkeme başkanının davanın başlamasına iki gün kala
değiştirildiğini GÖRDÜM.
Tutuklama kararı verilirken
mahkeme salonunda yan yana oturduğumuz insanlar hakkında kaçak muamelesi
yapılarak yakalama kararı
verildiğini GÖRDÜM.
Yakalama kararı verilen o
insanların kendilerini tutuklatabilmek için nasıl günlerce mücadele
verdiklerini ve tutuklanmayı başardıktan
sonra nasıl rahatladıklarını GÖRDÜM.
Yargılama sürecinde delillerin savunma tarafına ısrarla
verilmediğini GÖRDÜM.
25 Şubat gecesi de 11 Şubat
gecesi de tutuklandığımızda kararı bir hukukçu olarak içine sindiremeyen ve
“Çok ağırıma gidiyor” diyerek ağlayan, “hukuka inançlarının kalmadığını” üzgün
sözlerle söyleyen avukatlar GÖRDÜM.
Çocuklarına ve anne babalarına morali ve sağlıkları bozulmasın diye
tutuklu olduklarını, hapiste olduklarını aylarca
söylemeyen onurlu askerler GÖRDÜM.
Babalarını göreve uğurlarken anlayışla davranan ama hapishanedeki
açık görüşlerden sonra onların kucağından ayrılmakta zorlanan asker çocuklarını
GÖRDÜM,
Onurlu asker ailelerinin gözyaşlarının birbirine karıştığını GÖRDÜM.
Kapalı görüşte çok sevdiği babasına dokunmak isteyip elini ona
uzattığında eli aradaki soğuk cama çarpan, camın bir köşesine başını yaslayarak
hıçkıra hıçkıra ağlayan 10 yaşındaki OĞLUMU
GÖRDÜM.
Bir yıl sonra oğlumun “Baba aksi ispat edilene kadar herkes Balyoz
sanığıdır” özdeyişini geliştirdiğini / GÖRDÜM.
Genelkurmay Başkanının Yüksek Askeri Şura toplantısından iki gün
önce “Şu anda 173’ü muvazzaf, 77’si
emekli olmak üzere 250 general-amiral, subay, astsubay ve uzman jandarma çavuş,
hürriyetlerinden yoksun olarak tutuklu bulunmaktadır… Tutuklamaların evrensel
hukuk kaidelerine, hakka, adalete ve vicdani değerlere uygun olarak yapıldığını
kabul etmek, birçok hukukçunun da ifade ettiği gibi mümkün değildir.” diyerek istifa ettiğini GÖRDÜM.
Ne yazık ki mahkeme heyeti
gördüklerimin ve göremediklerimin artık telafisi de MÜMKÜN DEĞİLDİR.
Bir de görmek istediklerim var;
Mahkemenin benim de mahkemem olduğuna ilişkin bir uygulamasını GÖRMEK İSTİYORUM.
Savcılarının benim de savcılarım olduğunu anlayacağım bir uygulamasını GÖRMEK İSTİYORUM.
İnsanı insan yapan vicdan denilen şeyi GÖRMEK İSTİYORUM.
Her mesleğe başlarken edilen yeminler vardır, hukukçuların da böyle
bir yemini olduğunu sanıyorum, bu yeminin gereğini GÖRMEK İSTİYORUM.
BEN 10. MAHKEME HEYETİNDEN BİR TEK ŞEY TALEP EDİYORUM.
Adına yargılama yaptığınızı belirttiğiniz yüce Türk Ulusu adına, hukuk
adına, cesaret.
Hukukun sadece kanunları
yorumlama meselesi değil aynı zamanda bir cesaret
ve yürek işi olduğunu değerlendiriyorum.
Mahkemeler hiç bir kurum, dogmatik inanç, siyasi
hareket, baskı ve tehdidi altında olamaz.
Baskı mahkemenin dışından
olabileceği gibi yargıç ve savcıların kendi iç değerler ve inanç sistemlerinden
kaynaklanıyor da olabilir.
Kaynağı nereden olursa olsun her
türlü baskıya ve zorlamaya karşı
Türk Silahlı Kuvvetlerinde
istenmeyen subayların tasfiyesi ve
bazı subayların terfi ettirilmesi amacıyla hukukun bir araç olarak kullanıldığı
kuşkusundan kurtulabilmemiz için,
Uygar ülkelerde tek başına hukuki
bir kanıt olarak kabul edilmemesine rağmen sadece
dijital verilerle her vatandaşının suçlanıp yargılanabildiği, hatta
tutuklanabildiği melez demokrasiye sahip bir ülke olma utancından kurtulabilmemiz için,
Şu anda salonda bulunan ve
yaşamında ilk kez bir mahkeme gören 12’nci yaş gününü biraz sonra duruşma
arasında bu salonda kutlayacağımız oğlumun da, güzel ülkemizin geleceği diğer
bütün çocuklarımızın da kinden, nefretten, düşmanlıktan, öç alma duygusundan
uzak, birinci sınıf bir ülkede, gerçek
bir demokraside, özgürlük
içerisinde, bir hukuk devletinde,
ülkesine ve devletine güvenerek
büyüyebilmeleri için,
Cesaret talep ediyorum
mahkemenizden. Bedeli ne olursa olsun, CESARET…”
* * *
Evet, Turgay, her ortamda darbelere
karşı olduğunu ifade eder ama, bu arada da, imzası olmadığı halde
iddianameye konulan Müzahir Personel
Listesi’ni hazırlamakla suçlanır…
Mustafa Kemal’in askeri olan Turgay’ın, tutuklanma kararından sonra
askerler eşliğinde İstanbul Harbiye
Orduevi’ne eşyalarını almak üzere getirilişinden
ve hapishaneye konuluşundan günümüze üç
yıl geçti.
Şiirler yazan, resimler
yapan Turgay’ın, aksilik olmaz ise, şimdilik adı “Sözümü Tutuyorum” adlı kitabı, nisan ayında çıkacak. Vatan savunması kadar, sanata da önem
ve değer veren Turgay’ın, biricik oğluna
doğum gününde yazdığı şiiri paylaşmak istedim:
“…Hoş geldin Ege, hoş geldin oğlum.
Bir kez daha doğum
gününde hoş geldin
Hasdal’a, Hadımköy’e,
Silivri’ye.
Çok değil on üç yıl
önce bindokuzyüzdoksandokuzun
on sekiz ağustosunda bize sunulan bir
armağansın
on binlerce acının
arasında.
Sonra, çok değil altı
yılda Beykoz’da, Beylerbeyi’nde,
Altınova’da, geldin
okul çağına.
Sonra, çok değil yedi
yılda baba mesleğinin peşi
sıra
sen de dolaştın beş
şehrin beş okulunda.
Çok değil iki yıl
önce hayallerimiz vardı
seninle,
yeşil ve mavinin
arasında görülmeyen
güzelliklerin peşinde.
Çok değil iki yıl
önce sürerken
hayallerimizin izini
soğuk bir şubat
gecesi tanıdın faşizmin ve
hukuksuzluğun dehşetini.
Çok değil iki yıl
önce yağışlı bir mart gününde
görmene izin
verdiklerinde.
Çok değil bir buçuk
yıl önce
aranızda demir
parmaklıklar
kucaklamak için
uzattığında baban ellerini
anlamıştın sen
hissettiği çaresizliği.
Çok değil bir yıl
önce yine doğum gününde
ürkerek gelmiştin
Silivri’ye
babanın konuşmasını
dinlemeye.
O gün, eğilmeden,
bükülmeden
insanlığı ve hukuku
ve nasıl yargıç
olunuru anlattı baban onlara,
orada yargıç olarak
oturanlara.
Çok değil on üç yılda
çok şeyler öğrendin
oğlum, doğruyu ve yalanı,
sadakat ve ihaneti, adaleti
ve işkenceyi,
sevgiyi ve kini, yobazlığı
ve bilimi,
korkuyu ve cesareti,
Atatürk’ü ve
devrimlerini.
Çok değil on üç yılda
insanları tanıdın oğlum,
büyüğü ve küçüğüyle, korkağı
ve cesuruyla,
dindarı ve yobazıyla,
soylusu ve soysuzuyla.
Çok değil birkaç yıl
sonra kaldırıp yavaşça başını
bakarak geleceğe
umutla çizeceksin yaşamının
rotasını.
İşte o zaman, her
şeye rağmen oğlum, unutmayacaksın; Özgür
olacaksın;
hiç kimsenin ve
hiçbir düşüncenin esiri olmayacaksın.
Adil olacaksın; kimsenin
hakkını yemeyecek kimsenin hakkının
yenmesine
razı olmayacaksın.
Bilgili olacaksın; bilgi
sahibi olmadan fikir sahibi olmayacaksın.
Paragöz olmayacaksın;
paranın ve eşyaların seni değerli
kılmasına hoş bakmayacaksın.
Sevgi duyacaksın insanlara,
hayvanlara, doğaya
Üzüleceksin kalbinde
sevgi olmayanlara.
Umudunu
yitirmeyeceksin, gücün tükenip yere
serilsen bile
yenilmeyeceğini
bileceksin umudun olduğu sürece.
Dinleyeceksin
insanları,yargılamayacaksın, herkesin bir hikâyesi
olduğunu
anlamaya
çalışacaksın.
Yani, insan olacaksın
her şeyden önce,
en zor şeydir insan
olmak, insanın değerinin olmadığı yerde.
Başarabilirsek insan
olmayı görecek güzel günler
var daha
hem senin hem ülkemin
çocukları için.
Bizim canımız
yanıyorsa bugün işte hepsi bunun
için.
Sevgili oğlum, çok
değil on üç yıldır,
Sen bizim en
sevdiğimizsin.
Çok değil sonsuza
kadar,
Sen bizim en
sevdiğimiz kalacaksın.
Doğum günün kutlu olsun…
17 Ağustos 2012-Hadımköy”
* * *
Turgay, asker eşlerinin eylemlerini de yakından takip eder ve onları yüreklendirir. İşte bir sessiz çığlık eyleminde okunan mesajı:
“… Karanlık bir dönem bu... Hapishaneler
dolu...
Koridorlarda
görüyorum bazen. Ülkemin eğitimsiz ve suça itilmiş gençleri... Kolay para
kazanma arzusu, memleket gerçekleri... Hırsızlık, gasp, dolandırıcılık,
cinayet. Ve sonuç hapishane...
Koridorlarda
görüyorum bazen. Ülkemin eğitimli insanları. Bin bir uğraş ve emekle
geliştirmişler kendilerini; Bilim insanları, yazarlar, gazeteciler, amiraller,
generaller, subaylar. Ve sonuç hapishane... Koridorlarda
göremiyorum onları. Yalancılar, namussuzlar, kişisel çıkarları için insanlığını
satanlar. Onlar her yerdeler!...
Karanlık bir
dönem bu. Hukuk yok,
adalet yok, eleştiri yok, özgürlük yok, çağdaşlık yok, barış yok... Sanal bir
gerçeklik içinde yaşıyor halkım. Sesini çıkarmazsa kimsenin kendisine
dokunmayacağını sanıyor. Korkuyor
çocuklar. Korkuyor gençler. Korkuyor erkekler. Korkuyor askerler. Korkuyor
işadamları. Korkuyor hukukçular. Korkuyor siyasetçiler. Korkuyor gazeteciler.
Korkuyor sanatçılar.
Fakat korkmadı bizim
kadınlarımız. Bütün zor yaşantımıza ses çıkarmadan katlanan kadınlarımız biz
hapishanelere düştükten sonra elleri ile toprağı iterek ayağa kalktılar ve
YETER ARTIK! dediler.
Biz dünyaya
gözümüzü açtığımızda, sizi gördük. Karnımız
acıktı, siz doyurdunuz. Korktuk, siz
kucakladınız. Okuma yazmayı, siz öğrettiniz.
Asker olduk,
gözyaşlarınızı bize göstermeden akıttınız. Yıllarca ihmal ettik sizi, göreviniz
bizden önemlidir dediniz. Hapishanelere doldurulduk hepimiz, bizim için ayağa
kalkan yine siz. Yüreklerimiz daha da kuvvetli çarpıyor bugün, içimizdeki en
büyük sevgi sizsiniz.
Yaşadığımız bu
karanlık içerisinde hem aydınlık hem de sıcaklık veren birer ışıksınız hepiniz.
Ülkemize ve ulusumuza layık görülen karanlığın sizin ışığınıza dayanamayacağını
biliyorum. Aslında karanlık yoktur biliyorsunuz, sadece IŞIKSIZLIK vardır.
Sizleri çok
seviyoruz, özgür günlerde görüşebilmek umuduyla saygılar, sevgiler sunuyorum.
29 Kasım 2012…”
* * *
Turgay’ın eşi Müge de asker kızı. Askeriyede çalışmış ve
eşiyle de böylesi bir ortamda tanışmış. Tüm
yaşananların ve olanların farkında
ve de dimdik ayakta. Oğluna hem analık, hem de babalık yapıyor.
11 Şubat 2010 da Turgay tutuklandığında, her eş gibi elbette ki üzülüyor
ama, ertesi gün de İstanbul’da düzenlenen
eyleme katılıyor.
“Ben tutuklanmalarına hiç ihtimal vermiyordum…” diyen Müge hanım, günümüzden de, gelecekten de umutlu.
Ergenekon gibi Balyoz
davasının da çökeceğine emin olan Müge
hanım’ı dinliyoruz:
“…Bu kabus, bir telefon ile
başladı. Yakın bir arkadaşımız beni arayarak “Müge, televizyon da Turygay
abi’nin adı geçiyor. Gözaltına alınmış” diyordu. Nasıl olabilirdi? Daha yarım
saat önce konuşmuştuk ve ertesi gün verecekleri denetlemeye hazırlanıyorlardı.
Hemen eşimi aradım, emir astsubayı çıktı, “biz de anlamadık ama televizyon da
komutanımın ismi geçiyor” dedi. Çalan telefonlar, daha biz ne olduğunu
anlayamamışken, arayan dostlarımıza ne olduğunu anlatmaya çalışıyorduk. Bir
yanlışlık var diye düşünüyorduk…
Böylece süreç başlamış oldu.
Beşiktaş adliyesinde sabahlara kadar süren soruşturmalar, arkasından sabaha
karşı verilen tutuklama kararları, tutuklamalar, tahliyeler, iddianamenin kabul
edilmesi, yakalama kararları, mahkemenin başlaması, iddianamenin okunması ve
savcı mütalaası sonrası 11 Şubat 2011 günü tekrar tutuklama kararı. Hafızamdan
hiç silinmeyecek olan, “mahkeme
salonunda eşlerimiz ile bizim aramıza getirilen jandarmalar”, mahkeme salonunun, sanki kaçacaklar gibi kilitlenmesi ve kulağımdan hiç
gitmeyecek olan Jandarma komutanının sesi: “bu kapıları kim kilitledi?” Evet,
üstümüze kapılar kilitlenmişti.
Aradan üç sene geçti. Mahkemeler
boyunca hep adalet aradık. Yargıtay sürecinde adalet bekledik. Şimdi sıra
Anayasa Mahkemesinde. Hala adalet arıyoruz. Sadece bizim dava ile ilgili olarak
adalet aramıyoruz. Bütün davalar için adalet diyoruz. Bizler eşlerimizin suçsuz
olduğunu, bu davaların siyasi birer dava olduklarını çok iyi biliyoruz. Bizler
her zaman eşlerimizin yanındayız. Onlar cezaevlerinde nasıl dik duruyorlarsa
bizler de aynı şekilde dik duruyoruz, durmaya da devam edeceğiz. Çocuklarımız
babaları ile gurur duyuyorlar. Anneler
babalar evlatları ile gurur duyuyorlar.
Bu süreç içinde zor günler
geçirdik, hala da geçiriyoruz. Hastalananlar oldu. Acı kayıplarımız oldu.
Oğullarına hasret giden anneler, babalar oldu. Çocuklarına son bir kez
sarılamadan, öpemeden onları kaybeden tutuklu babalar oldu. Hukuksuzluğa
dayanamayarak aramızdan ayrılan arkadaşlarımız oldu. Büyük üzüntüler yaşandı.
Hiçbir şey onları geri getiremeyecek. Ama bizler bu hukuksuzluğun bir gün
biteceğine inanıyoruz. Suçsuz olan tüm insanların en kısa zamanda
özgürlüklerine kavuşacaklarına ve gerçek suçluların cezalarını çekeceklerine
inanıyoruz. Çocukların babalarına, ana babaların evlatlarına ve bizlerin de
eşlerimize kavuşacağımız günlerin yakın olduğuna inanıyorum.
Eşimin deyimiyle; bizlerden
çalınan umudun, hoşgörünün, insan sevgisinin, barışın, dostluk ve kardeşliğin
aydınlık ülkeme geri verilmesini diliyorum...”
SON SÖZ: Gerek Ergenekon, gerek Balyoz gibi davalarda, sahte belge ve evraklara, yalancı ve sahte şahitlere dayandırılarak mahkumiyet verilen ve yıllardır hapishanelerde yatan her birinin ayrı ayrı hikayesi var.
Gerçek olan şu ki, her biri çeşitli adlarla adlandırılan davaların hiçbiri, kağıtta yazılı olsa da gerçekte ve halkın vicdanında yoktur.
Kin, nefret duygularıyla bu ülkeyi yönetenler ne yazık ki insanlıktan nasibini almamışlardır. Vicdanları yoktur. Beyinleri gibi, yürekleri de kapkaradır.
Hakimleri, savcıları, HSYK'yı kendine başlayanlar, onlara demokrasi dışı bir anlayış ile talimat verenler, demokrasiden bahsedemezler.
Silivri'de insanlık ve halk kazanmıştır.
Kaybolan ise adalettir, hukuktur...
Mahkumiyet kararlarını verenler biliniz ki,
Bugünler onlar için onur günleridir...
Onların, suçsuz oldukları anlaşıldığı ve
Birer birer tahliye edildiği günler ise
Sizler için utanç günü olacaktır...
O günler de yakındır...
* 35'LİĞİ takip eden, başta Türkiye olmak üzere; Amerika, Almanya, Avusturya, Avustralya, Arnavutluk, Azerbaycan, Arjantin, Belçika, Belarus, Birleşik Arap Emirlikleri, Bulgaristan, Bosna Hersek, Brezilya, Cezayir, Çin, Danimarka, Ekvador, Endonezya, Fransa, Finlandiya, Güney Afrika, Güney Kore, Güney Kıbrıs Rum Kesimi, Hırvatistan, Hindistan, Hollanda, Irak, İngiltere, İspanya, İsviçre, İsrail, İsveç, İtalya, Japonya, Kanada, Katar, Kazakistan, Kenya, Kosta Rika, Kuveyt, Makedonya, Malta, Malezya, Mısır, Libya, Litvanya, Lübnan, Nijerya, Norveç, Özbekistan, Pakistan, Portekiz, Polonya, Rusya, Senegal, Sırbistan, Singapur, Suudi Arabistan, Tayvan, Tayland, Ukrayna, Venezuela, Vietnam ve Yunanistan'da yaşayan ve de yazılarıyla katkı koyan, önerilerini paylaşan tüm dostlarımıza teşekkür ederiz…
Not : Bu veriler, Blogspot'un kontrol panelinden aktarılmıştır...
Not : Bu veriler, Blogspot'un kontrol panelinden aktarılmıştır...
Yorum, istek ve önerilerinizi yazabilir,
paylaşabilirsiniz...
Eğer yorumunuzu yazdığınız halde
gönderemiyorsanız veya teknik arıza çıkıyorsa,
lütfen, altay@vecdialtay.net mail adresine
mail gönderiniz...
altay@vecdialtay.net
BU SİTE, BASIN ETİK YASASINA, ÇOCUK, KADIN, İNSAN VE
HAYVAN HAKLARINA UYMAYI TAAHHÜT EDER...
BU SİTEDE YAYINLANAN YAZILARI PAYLAŞABİLİR,
ALINTI YAPABİLİR VE KULLANABİLİRSİNİZ...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder